16 Temmuz 2014 Çarşamba

EY ATİNALILAR!

Böyle seslenmiş ünlü filozof, Atinalı Sokrates, savunmasını yaparken.
Merhaba. Yine ben, Yasemin.

Bu yazıda sizlere bir savunma yapmayacağım, sadece gerçekleştirdiğimiz ufak bir geziden aktarımlarda bulunacağım. Pek tabii ki öznel bir anlatım olacak. Umarım keyif alırsınız.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, katıldığımız bir otobüs turuydu. Haliyle Selanik, Atina ve Kavala güzergahı izliyorsanız, her bir şehir arasında yüzlerce kilometre katettiğiniz için sabahları erken kalkmak, erkenden yol almak, gittiğiniz yerleri de birazcık koştur koştur gezmek zorunda kalıyorsunuz. Ama olsun, ilk defa giden biri için değer mi derseniz, bence değer.

İlk gittiğimiz şehir Selanik'ti. Selanik, Yunanistan'ın Atina'dan sonraki ikinci büyük kenti. Rotunda tek kelime ile muhteşem bir yapı. Turdaki diğer kişilerin ilgisini fazla çekmese de bizi çekiyor ve içini geziyoruz. Roma döneminde anıt mezar olarak yapılan bina Osmanlı'nın hüküm sürdüğü yıllarda cami işlevi görmüş. Ancak, burada bir konuya değinmek istiyorum. Gerek bizim ülkemizde, gerekse Yunanistan'da eski eserler nedendir bilinmez "HINÇ ALMA ARACI" olarak kullanılmış.


Rotunda'dan hemen sonra Atatürk'ün büyüdüğü evi geziyoruz. İçinde pek bir şey bırakılmamış, herkesi büyüleyen Atatürk'ün balmumu heykeli dışında tabii. Evin içinde ne varsa Dolmabahçe Sarayı'na götürülmüş. Ki bence çok anlamsız...
Varolanlar olduğu yerde kalmalı.


Atatürk'ün evinin ardından, öğle yemeği yemeden evvel, Selanik'te bit pazarını gezip, "evet burası gerçekten de ekonomik krizde!" dedirten görüntülerle karşılaşmadık değil. Ancak inanılmaz benzerliklerimiz var. Her yer simitçi, her yer dönerci...

                                                                                     
Sonra yemek için Lola'nın yerine gidiyoruz. Burada bizi Lola güzel deniz mahsulleri ile karşılıyor; ahtapot, kalamar, karides, patlıcan, kabak, Grek Salatası... Yanında da bir minik şarap. Bütün bunlar tahminlerinizden daha makul bir fiyat. Yalnız gezerken şunu unutmayın: yaptığınız veya yapacağınız her harcamayı kafanızda Türk Lirası'na çevirmeyi bırakıp oranın satın alma gücüne göre düşüneceksiniz.

(sayın büyüğümüz tuz serperken)

Grek salatası her yerde bulabileceğiniz, taze domates, salatalık, soğan ve ko-ca-man (evet kocaman!) bir dilim Feta (bildiğiniz bizim beyaz peynir) peynirinden oluşan, zeytinyağlı ve kekikli bir salata. Bütün doyuruculuk o ko-ca-man (!) peynirden geliyor zaten. Bir gece kalıyoruz Selanik'te ve sabah erkenden Atina'ya yola çıkıyoruz, varmamız öğleni buluyor. Biraz dinlenip soluğu hemen Acropolis'te alıyoruz.


Aslen Beyoğlu'nda doğan ve kendisi 5 yaşındayken 1974'te ailesi Yunanistan'a göç etmek zorunda kalan Penelope gezdiriyor bizi. O kadar güzel anlatıyor ki Acropolis'i, sıcaklığa aldırmadan dinliyoruz soluksuz. Acropolis'in başına gelenleri ve maruz kaldığı tahribatı, Athena'nın şehrin koruyucu tanrıçası olduğunu, antik Yunan zamanında burada nasıl yaşanıldığını...

Penelope'nin hikayesi, beni Türkiye'yi terkeden tüm Rumları düşünmeye götürüyor... Sadece Penelope ile kalsa iyi. Akşam tanıştığımız Dimitra'nın dedesi Ayvalıklı. Arkadaşım Yanni'nin anneannesi de İstanbullu. Dedemin ortağı Yorgo, 1970'lerde mecbur gidiyor Atina'ya ve 1 sene sonra da ölüyor vatan özlemi çekerek. Bu ayrı bir hikayenin konusu. Sadece düşüncelerimi aktarmak istedim...

Acropolis şehre 360 derece hakim. Pire'yi de görebiliyorsunuz tepeden. Aşağıdaki fotoğrafta görülen Zeus tapınağı ile Hadrianus'un kapısını da.

Akşam biraz şehri dolaşmaya çıkıyoruz ama Pazar günü olduğu için her yer kapalı tabii. Yine de yemek yiyecek yer illa ki bulunuyor.

Ertesi sabah kalkıyor ve soluğu Sintagma Meydanı'nda alıyoruz.
Saat başı yapılan nöbet değişim törenini görmeye yüzlerce kişi geliyor.
Daha sonra da Acropolis Müzesi'ni gezmeye gidiyoruz. Yeni bir müze, mimarı da Fransız. Penelope'nin dediğine göre Yunanlılar kendi aralarında anlaşamayınca bir yabancıya kaptırmışlar müzenin çizimini. Çok modern, müthiş bir bina. Acropolis'in görkeminin gölgesinde, etkileyici bir müze olmuş. Fotoğraf çekmek kesinlikle yasak.

Müzeyi arkeolojik alanın üzerine inşa etmişler. Böylelikle hem tarih korunmuş oluyor, hem de devam eden kazılarda çıkan eserler sergileniyor.

"Atina'da daha neler yaptınız?" diye soracak olursanız, Acropolis'in açıkhava müzesini gezdik. Tepemizde yaklaşık 35 derece sıcaklıkla dolaştık :) Aşağıda gördüğünüz bina Acropolis'in açık hava müzesi. Açık hava müzesini tabii sıcakta tam anlamıyla gezemedik. Ama binanın içindeki eserleri inceledik. Dışarıda da kazılar halen devam ediyordu.

Ertesi gün erkenden yola çıktık Kavala'ya doğru. Fakat yolda ziyaret edeceğimiz önemli bir yer daha vardı: Meteora. Meteora "gökyüzünde duran" ya da "gökyüzüne yakın" anlamına geliyor. Bir parça (ama fazla değil) bizim Peri Bacaları'nı anımsatan bir doğa harikası Meteora. Dağlarda farklı oluşumlar meydana gelmiş. Bir zamanlar denizin olduğu bölge, suların çekilmesiyle bu hale gelmiş. Şahsen ben büyülendim.


Dağlardaki bu oluşumların tepelerine, bir zamanların keşişleri hiç üşenmemişler gidip manastır kurmuşlar. Tıpkı Tibet'te taaa dağın zirvesine çıkan keşişler gibi. İnsanları anlamak çok da zor değil; bütün o karmaşadır, kaostur, kaçıp kafalarını dinlemek istemişler :) ya da maksat gökyüzüne yakın olmaksa eğer onlar bu maksada ulaşmış görünüyor.
Tepeye ulaşabilmek için uzunca bir yolu yukarı çıkmak gerekiyor. Aşağıdaki fotoğrafta bunun güzel bir örneğini görebilirsiniz. Zira yol çık çık bitmiyor. Biz de keçi gibi tırmanıyoruz.
Bir köprüden geçmek zorunda kalabiliyorsunuz. Yükseklikten korkmuyor olmama rağmen aşağı bakamadığımı itiraf ediyorum çünkü köprü sırat köprüsü gibiydi ve ben extreme spor meraklısı biri olmadığım için gayet zor geldi. Sözün kısası: korkanlar aşağı bakmasın, diğerleri de benim yaptığımı yapıp fotoğrafını çeksin :)
Bu arada manastırlara şortla giremiyormuşuz hanımlar olarak. Beyefendiler(!) için şortla girmenin bir sakıncası yok. Girerken şalvarımsı bir şey bağladık :) Her yerde olduğu gibi burada da ayrımcılık...
Bir manastırı gezerken haliyle diğerlerini de görüyorsunuz uzaktan. Nereden baksanız görüntüler muazzam...








 Tepeden kuş bakışı görünen de manastırın bahçesi.
Bahçe 400 metre aşağıda. Meteora'dan ayrıldıktan sonra Kavala'ya doğru yola çıkıyoruz. Sıcak inanılmaz yoruyor insanı. Akşam vardığımızda Kavala'yı gezmeye fırsat olmuyor sadece yemek yiyebiliyoruz. Ertesi sabah erkenden gezmeye çıkıyoruz. Kuşbakışı çok güzel bir görüntüsü olmakla birlikte Kavala küçücük bir sayfiye yeri. Bana sorarsanız tekrar gitmelik aslında :) Hemen sokak aralarını dolaşmaya başlıyoruz.
Ve pencere keyfi yapan bir hınzırla karşılaşıyoruz. Atina'da ve Selanik'te pek de mevcut olmayan kediler Kavala'da kendilerini çokça gösteriyorlar, üstelik sanki buranın sahibiymiş gibi pek de çalımlılar :)
 "Ne rahatsız ediyorsun arkadaşım?" dercesine bakan bu hınzır gibi :) Sabah sevkiyatını yapmış da 5 dakikalığına mola vermiş adeta :)
Sokakta hayat var, sokaklarda can var. İnsan bence bir yere gezmeye gittiğinde "HADİ ALIŞVERİŞE GİDELİM!!!" şeklinde dolaşacağına biraz sokak aralarına dalıp kaybolmalı hayatın nasıl olduğunu kavrayabilmek için. (Maalesef alışveriş manyağı değilim, yooo hayır... hatta yurtdışına çıkınca tek aldığım şey kitap olduğundan ve aradığımı da Yunanistan'da bulamadığımdan, benim açımdan sorun değil...)
Evler eski ve korunmuş. Hatta restore edilenler de çoğunlukta. Bir yandan da Büyükada, Heybeliada ve diğer adalardaki evlere benzetiyorum bu evleri ister istemez.
Gezimizin sonuna doğru bu arkadaşla karşılaşıyoruz. Sıcaktan susamış... Neyse ki suyu açıyoruz o da doya doya içiyor. Anlaşılan Kavala Limanı'nın sakinleri, café ve restoranlardaki çalışanlar onu tanıyorlar :)
Sözün özü: Benim için hiç aklımda yokken birden ortaya çıkan Yunanistan gezisinde bana eşlik eden aileme ve dostuma teşekkür ederim :) Farklı bir deneyim oldu ve hatta içimde tekrar Yunanistan'a gitme isteği var. Hem cüzdanı yakmayan bir destinasyon hem de Türkiye'ye yakın olması büyük bir avantaj...