8 Aralık 2014 Pazartesi

"AŞAĞIDA BİR ÜLKE"...

Hollanda kelimesini Fransızca'dan (Pays-Bas) ve kendi dillerinden (Netherlands) Türkçe'ye birebir çevirdiğimizde "Alçak Ülke" anlamına geliyor. Ülkeye "alçak/aşağı" denmesinin başlıca sebebi, aslen çok sulak bir bölgede olan ülkenin, deniz/okyanusun zamanla toprakla doldurularak resmen yeni baştan inşa edilmiş olması. Bu yüzden de Hollandalılar " DÜNYAYI TANRI, HOLLANDA'YI HOLLANDALILAR YARATTI" demiş. Okyanusun toprakla doldurulmasıyla birlikte ülke deniz seviyesinin altında kalıyor ve burası da "Netherlands" adını alıyor. Biz Türklerse ülkenin bir bölgesini temsil eden Hollanda kelimesini tüm ülkeyi ifade etmek için kullanıyoruz... Belki de alçak kelimesinin başka anlamlar çağrıştıracağını düşündüğümüzden olsa gerek...

Deniz seviyesinin altındaki bu medeniyet ülkesi her anlamda bizlerden fersah fersah uzaklıkta. Amsterdam kanallar kenti. Her kanalın üstünde birer köprü. Bu köprülerin altından kuğular, ördekler geçiyor. En basit örneği, herkesin "hayatta orada fotoğraf çekemezsin, yasak" dediği Red Light District'ten bir kuğu ... Red Light District aslında medeniyetin büyük bir simgesi. Gidip görmeyenlere ne desem boş...

Ülkede hayvancılığa ve tarıma çok önem veriliyor. Zaten az olan topraktan o kadar verim elde ediyorlar ki insanın aklı almıyor. Peynirler çok lezzetli, et çok lezzetli. Genel olarak inek ve domuz ürünleri tüketiliyor. Hollandalı bir arkadaşım koyun eti ve sütünün çok da fazla rağbet görmediğini söyledi. Gittiğinizde mutlaka çeşit çeşit peynirin tadına bakmalısınız.


Bir yandan kanallarda mükemmel yansımalara şahit oluyorsunuz...


...öte yanda ülke insanının sanata verdiği önemi özümsüyorsunuz. Ne kadar iştah açıcı bir görüntü değil mi? Oysa sadece bir serginin ögesi.








Gerçekten iştah açıcı olanları ise her köşede rastlayabileceğiniz fırınlarda bulmak mümkün. Hollandalıların kendilerine has fırıncılıklarından güzel bir tat almayacağınızı söylersek, haksızlık etmiş oluruz.

Hollanda'nın kendine has bir mutfağı yok. Ama burada tadına kesinlikle bakmanız gereken ilk üç şeyi sıralamak gerekirse önceliği biraya vereceğim (Heineken). İkinci sırayı patates kızartmasına. Külahta patates kızartması yemeden dönmemek gerekiyor (özellikle Mannekenpis'te). Üçüncülüğü de "bakery" dediğimiz fırın mamullerine.

Amsterdam'a kadar gitmişken kendinizi sakın sınırlamayın. Çevredeki yerleşim bölgelerini de kesinlikle ziyaret edin. Biz önceliği Amsterdam'ın hemen yukarısında yer alan ve otobüsle yarım saat kırk dakika arası süren Edam ve Volendam'a verdik. Edam'da müthiş bir manzarayla karşılaştık.


Nereden bilebilirdim bundan 25 yıl önce babamın ben çok küçükken çektiği örümcek ağları benim de ondan 25 yıl sonra fotoğraflayacağımı? Edam ve Volendam'ı ziyaret ettiğimiz gün müthiş bir sis vardı. Sis nedeniyle gezdiğimiz her sokakta ve her yerde örümcek ağları ortaya çıkmıştı.


Sis nedeniyle yeterince enteresan olan Edam'da sokak aralarını dolaşırken ilginç şeylerle karşılaşıyoruz. Tıpkı şu eczane gibi...

 Ya da bu anne ve ufaklıkları gibi...

Burayı bir süre gezip tekrar otobüse binerek sadece 5 dakikalık mesafedeki Volendam'a geçiyoruz. Aslında hava çok soğuk ve sisli olmasa yürüyerek 10-15 dakikada gidebileceğiniz bir mesafe ama otobüse binmek en mantıklısı. Burada da güzel manzaralarla karşılaşıyoruz:
Limanda deniz ürünleri yerken bir martı da gelip sevgili büyüğüme sulanıyor. Kendisi tabii ki hayvanları çok sevdiğinden... sorun etmiyoruz.


Ertesi gün ise ülkenin porselen merkezi olan Delft'e gidiyoruz. Delft'te trenden indiğimizde bizi kocaman bir bisiklet parkı karşılıyor.

Ardından şehrin içini dolaşmaya gidiyoruz. Kısmetimize o gün yine hafif yağmur ve sis var. Sonra Hollandalı arkadaşımın bizlere "eski moda" diye tabir ettiği bir atlı müzik kutusu ile karşılaşıyoruz.


Semt pazarında ne ararsanız var...

ve şehrin uç kıyısında da eski bir yel değirmeni.









Delft'ten sonraki durağımız çok sevgili arkadaşım Gaye'nin şu anda öğrenim gördüğü Antwerp. Hollanda'dan Belçika'ya trenle gitmeniz çok uzun süren bir yolculuk değil. Açıkçası bütün Avrupa öyle zaten. Demir ağlarla örülmüş koskoca kıta. Gittiğimiz her yerde hem tren, hem metro, hem de tramvay hizmetinizde. Bir de bize bakın. Kalkmış iki tane metro hattı yaptık diye övünüp duruyoruz... Yüzyıl geriden geliyoruz da haberimiz yok...

Antwerp'te görüp görebileceğiniz gerçekten en ilginç heykellerden biri Steen Kalesi'nin önündeki Lang Wapper'in dev heykeli.


Bu da bir haydutun eli. Genç Brabo, kentte insanları haraca kesip duran haydutun elini kesmiş.Bu yüzden kahraman ilan edilmiş ve el de simge haline gelmiş.

Antwerp'te modern sanat müzesi MAS. Mükemmel tasarlanmış bir bina olmanın ötesinde. Avrupa'nın en büyük ikinci, dünyanın en büyük dördüncü liman şehri olan Antwerp'in panoramik görüntüsünü MAS'ın tepesinden görebiliyorsunuz. Vakti olanların müzenin tüm katlarını gezmesi tavsiye olunur.
Müzenin yedinci katından bir manzara. Meksikalıların Ölüler Günü'ne ufak bir saygı duruşu niteliğinde.


Bu da Antwerp'ten bir manzara. Antwerp'ün meşhur Notre Dame Katedrali'nin heykellerinden birinin eline rakı bardağını koymak olsa olsa bir Türk'ün akıl edebileceği (!) bir eşek şakası olabilir.

Günübirlik Antwerp gezimizden sonra rotamızı yeniden Amsterdam'a çevirelim. Amsterdam'da görüp görecekleriniz, yukarıdaki kuğu ve makaronlardan ibaret değildi elbette. Amsterdam'da kesinlikle gidip görmeniz gereken yerlerden biri de Muntplein'deki Çiçek Pazarı.

Her tür ve her renkten çiçek bulmak mümkün. Lalenin anavatanı Türkiye'den giden lale soğanlarına Hollanda'nın bizden daha iyi bakarak büyütüp geliştirmesi onların marifeti, bizim ise ayıbımız. 
Çiçekler gerçekten göz alıcı...

ve soğanlar da öyle...

Gitmişken hediyelik eşya dükkanına uğramadan olmaz. Sabolar numaralı satılıyor da kafamda "bunu hala giyen var mı?" sorusu... Evet hala giyenler varmış. Plaza insanının topuk takırtısındansa bunun takırtısını tercih ederim gerçi.


Delft porselenleri (dikkat etmek lazım Çin malı da olabilme ihtimali var) tüm hediyelik eşya dükkanlarını süslüyor...

Biraz da arka sokakları gezelim değil mi?

 Red Light District'e girmeden evvel her yer rengarenk "Sex Shop" kaynıyor. Hayat buralarda gerçekten de çok renkli... Uzaktan gören de kondom dükkanı değil şekerci dükkanı zanneder.

Bu da tarihin gelmiş geçmiş en pahalı... makinesi olsa gerek. Tarif edecek kelime bulamadım. Görseli sizler için yeterli olacaktır.

Şeker demişken...

Nane şekerinin bir başka versiyonu...

Kilit çılgınlığını dünyanın çeşitli yerlerinde görmek mümkün. Bu da Amsterdam'daki dilek köprüsü... Kilitlerden nefes alacak yeri kalmamış köprüdeki direğin. Nefes de değil, paslanacak yeri kalmamıştır...

Finali de sizlere Delft'te karşılaştığımız bu enstantaneyle yapmak istiyorum; ne demişler biri yer biri bakar... dünya tatlısı...


Bir dahaki gezide tekrar görüşmek dileğiyle,

Çerçeveleri doğru yapabilmem temennisiyle,

Sevgiler,

Yasemin



20 Kasım 2014 Perşembe

BİSİKLETLİLER ÜLKESİ...

Bir ülke düşleyin. Çoluğu, çocuğu, kadını, erkeği yani toplumun geneli ulaşım aracı olarak bisikleti kullanıyor. Herkes işine, okuluna bisikletle gidip, geliyor...
İşin enteresan tarafı toplu taşıma araçları çok yaygın olmasına rağmen...
Bisiklet ve trafik kültürü çocuk yaşlarda başladığı için hayatın vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Görenler zaten biliyordur. 
Ben bu yazıyı görmeyenler için yazıyorum.
Burası bir tren istasyonu. Gördüğünüz parka bisikletini park eden insanlar ya trene binip başka bir kente gidecekler, ya da başka bir kentten buraya gelenler bisikletlerine atlayıp okul, ya da işlerine gidecek.
Bisikleti olanlar için hayat kolaylaştırılmış açıkçası.
NOT-FOTOĞRAFLARA BAKARKEN LÜTFEN ÜZERİNE TIKLAYIP BÜYÜTÜN.
Bisikletini park et ve git.
Bu kadar basit.
Bir şey demeye gerek yok herhalde. Fotoğraf anlatıyor sanki her şeyi...

Yaşın ne önemi var...
Bizde ne mümkün anne 2 çocuğunu bisikletine koyup okula ya da alış verişe gidecek.
Şu güzelliğe bakın Allah aşkına. Her yaş grubundan hanım pedal basıyor.
Peki bu beylere ne demeli. Kılık kıyafetlerine bakınca statü sahibi birileri olduğu belli oluyor. Şimdi düşünsenize ülkemizde falan bankanın genel müdürü bisikletine atlamış işine gidiyor. Ya da filan "BAKAN" denetime çıkmış bisikletiyle.

 Ne diyeceğimi bilemedim açıkçası. Yerini yurdunu terk et, gel gurbet ellere. Burada bisiklete hayatını sığdır.
Yer olsa Dünya'yı sığdıracak...
Sandıklı modeller oldukça yaygın. Özellikle çok çocuklu ve eşyası olanlar tercih ediyor bu modelleri.
Bunlarda işinden çıkıp evine gidenler.

 Park problemini çözmek için 4 katlı park yeri bile var.
Olmadı eski mavnaları kanallara sabitlemişler bisikletli mağdur olmasın diye.
Herkes işinde,gücünde...
 Bu arkadaş ne yapsın park edecek yer bulamayınca çareyi köprüye bağlamakta bulmuş.

Öyle canının istediği her yere park edemiyorsun. Cezası var, çekilme riski var.
 Trafik ışıkları bisikletlere göre düzenlenmiş.
 Abartmıyorum kendilerine ait yollarda yıldırım gibi geçiyorlar. Olduda şebelek, şebelek sağa sola bakıyorsunuz ve yollarına girdiniz. Olacakları siz tahmin edin.
Herhalde kolları yoruldu...
 Bunlarda fiyatlar. Üstelik çocuk için olanlar.
 Öyle çok lüks falan da değiller.
Vitesleri yok. Hatta frenleri bile.
 Bizde olsa kimse yüzüne bakmaz.
 Sanmayın kullanılmamaktan örümcek tutmuş. Hava şartları nedeniyle böyle bir manzara ortaya çıktı.
 Nereye baksanız onu görürsünüz.
Frene ne gerek var kontra dururken...
Ne yazık ki en medeni ülkelerde bile "HIRSIZLIK" büyük bir sorun teşkil ediyor.
 Bütün görüntülerde o var.
 Yansımalarda bile...
 Sanatçılarda onda bulmuş kendini.
 Velhasıl onsuz bir hayat düşünemez burada yaşayanlar.
Abla ne yapsın çocuk sayısı 3 olunca bisiklete sığdıramamış.

Burası Hollanda.
Bisikletlilerin ülkesi. Hayat bisiklete göre dizayn edilmiş bu ülkede.
Gel de yaşama.

Not- Fotoğraflar Amsterdam, Edam, Volendam ve Delft'de çekildi.


Işığımın yettiği kadar...
Minnetle.