Bir süre önce Niko Guido fotoğraf üzerine hazırladığı bir televizyon programı için benden 13 adet fotoğraf seçip yorumlamamı istedi. Fikir hoşuma gitti. Aklında tam olarak ne olduğunu keşfetmek için birkaç sordum, ama en nihayetinde aldığım yanıt yaklaşık olarak “içinden nasıl geliyorsa öyle” oldu, ben de kendi kriterlerime göre 13 fotoğraf seçip yorumlamaya karar verdim.
Fotoğrafları belirledikten sonra, her hafta bir tanesi yayınlanacak olan bu fotoğraf ve yorumların hangi sıra ile izleyici karşısına çıkmasının uygun olacağına karar vermekte epey zorlandım. Dışarıdan bir gözün daha sağlıklı karar vereceğini düşünerek, hem sıralama, hem de editoryal rötuşlar için Koray Löker‘in kapısını çaldım. İlgisi ve yardımı için buradan teşekkür ederim.
Niko’nun önerisi kendimi fotoğraflar üzerinden -en başta yine kendime- ifade etmem için iyi bir fırsat oldu. Ben bu yazıyı yazarken T.V. programı henüz yayına girmemişti, fakat Niko ile konuşup fotoğrafları ve yorumlarımı günlüğe koymaya karar verdim. Kendisine bu yazıya vesile olduğu için teşekkür borçluyum (bu arada Niko “dilersen seslendirip gönder, o hali ile yayınlayalım, istemezsen yazılı gönder, burada birisine okuturuz” demişti, karga gibi sesimle bir kez daha madara olmamak için yazılı gönderdim, siz de böyle kimsenin sesinden okuyup riske atmayın, güzel güzel içinizden okuyun bak).
Peki. Yaz kızım. Bir. Andreas Gursky.
***

© Andreas Gursky
İzlediğiniz eser meşhur fotoğraf sanatçısı Andreas Gursky’ye ait. Gursky’nin bu fotoğrafı birkaç ay önce bir açık artırmada 4.3 milyon dolara satılarak dünyanın en pahalı fotoğrafı unvanını kazandı. Muhtemelen bir kısmınız “bu fotoğrafın nesi 4.3 milyon dolar” diye düşünüyor.
Andreas Gursky geçtiğimiz yıllarda özellikle insanlığın endüstriyel bileşenlerinin şehir yaşantısında ortaya çıkardığı örüntüleri belgelediği çalışmaları ile gündeme gelmiş, eserlerinin içerdiği derin kültürel eleştiriler ile dünya mirasına büyük bir iz bırakacağı konusunda tartışılacak pek bir şey olmadığını herkese göstermişti.
Fakat Gursky’nin saygın bir fotoğrafçı olmasıyla fotoğrafına ödenen miktar, ya da fotoğrafa ödenen miktar ile fotoğrafın gerçek değeri arasında manalı bir korelasyon aramak gereksiz. Bir fotoğrafın gerçek değerini fotoğrafçısı belirlemez. Neyin fotoğraflandığı da belirlemez. Fotoğrafın ‘banknot’ cinsinden değerini belirleyen alıcının reklamını yaptığı değerin de fotoğrafın gerçek değeri ile ilgisi yoktur. Bir fotoğrafın gerçek değerini yalnızca ‘izleyen’ belirleyebilir. İzleyicinin belirlediği değerin evrenselliği de yoktur; herkesin biçtiği değer havaya karışır gider. Hatta kendisini fotoğraf sanatçısı olarak niteleyip, insanların beğenisi için fotoğraf çeken kişiyi son derece ironik bir duruma düşüren de tam olarak budur.
***

© Ansel Adams
İzlediğiniz kare fotoğraf tarihinin en önemli isimlerinden Ansel Adams’a ait. Fotoğraftan önce Ansel Adams’ın fotoğraf tarihindeki önemine değinmek istiyorum.
Adams, fotoğrafın sanat olarak kabul edilmesi için çabalayan erken dönem fotoğrafçılarının, çareyi resim gibi görünen fotoğraflar çekmekte bulmasına, ‘arı fotoğrafçılık akımı’ ile son veren kişilerden. O dönem arı fotoğrafçılık ile “fotoğraf dışındaki herhangi bir sanat dalından türemiş hiç bir tekniği, kompozisyonu ya da fikri sahiplenmeyen” fotoğrafçılığı kast ederlermiş. Adams ve saz arkadaşlarının geliştirdiği yeni bakış açısı, bir anlamda fotoğrafın kendi ayakları üzerinde durma mücadelesinin temellerini atmış.
İzlediğiniz fotoğraf Adams’ın ölümünden yıllar sonra bulunan, daha önce yayımlanmamış 200 civarındaki fotoğrafından biri. Meğer 1941 yılında Amerikan içişleri bakanlığı Ansel Adams’ı ABD’nin çeşitli yerlerinin büyük format fotoğraflarını çekmesi için kiralamış. Japonlar Pearl Harbor’a saldırınca proje erken bitirilmiş. Adams’ın o zamana kadar çektiği fotoğraflar da, yıllar sonra fark edilene kadar bir rafta beklemiş.
Ne güzel sürpriz.
Fakat bu bir kenara, ABD İçişleri Bakanlığı’nın 70 yıl önceki tutumuna bakınca içimi adını koyamadığım bir kıskançlık kaplıyor.
***

© Sebastião Salgado
İzlediğiniz muazzam siyah beyaz fotoğraf Sebastião Salgado isimli fenomen fotoğrafçının giriştiği uzun soluklu fotoğraf projelerinden birin olan ve Salgado’nun 2004’ten bu yana üzerinde çalıştığı ‘Genesis’ten bir kare.
Fotoğrafın çekildiği yer ABD’nin Alaska eyaletindeki bir ulusal park. Bu proje dahilinde, gezegenin henüz insan tarafından ele geçirilmemiş mirasını fotoğraflama amacı güden Salgado vahşi yaşam ve bitki örtüsüyle beraber kültürü, gelenekleri ve doğayla uyum içerisinde yaşamaya devam eden insan topluluklarını da fotoğraflıyor.
Brezilya’da doğup ekonomi eğitimi aldıktan sonra 30 yaşında fotoğrafçı olmaya karar veren Salgado’nun ilk görüşte insanın aklında ebediyen yer etmesi kaçınılmaz olan onlarca fotoğrafı var.
Salgado ismini araştırınca karşılaşacağınız, her birisi insanların dünyaya bakış açısını değiştirme gücüne sahip olan projeleri, etkileyiciliklerini elbette Salgado’nun vizyonundan ve amaçlarından alıyor. Salgado önce evinin önündeki pisliği temizleyerek çıkmış yola: 90’lı yıllarda Brezilya’da verdiği mücadeleyle insanlar tarafından tahrip edilmiş bir yağmur ormanı bölgesinin restore edilip ulusal park haline getirilmesine ön ayak olmuş misal.
Fotoğrafçının sosyal sorumluluk sahibi olanı, şüphesiz bir başka oluyor.
***

© Chris Jordan
İzlediğiniz fotoğraf Chris Jordan’ın Pasifik Okyanusu’nun tam ortasında, en yakın kıtaya uzaklığı 3,200 kilometre olan Midway Adası’nda yürüttüğü bir belgesel projesinden.
Yerde yatan Albatros yavrusunun katili okyanus yüzeyinde dolaşan atıklar. Bu yavru, ebeveynlerinin yiyecek sanarak denizden topladığı plastik kapaklar ile besledikleri ve açlıktan ölen binlerce albatros yavrusundan sadece birisi.
Chris Jordan bu kuşlara baktığında, bir trans halinde içinde yer aldığımız endüstriyel gelişime bağlı olarak değişen tüketim alışkanlıklarımızın korkunç bir yansımasını gördüğünü dile getiriyor. Jordan’a göre bizler, yani birinci dünyanın insanları da aynen bu albatros yavrusu gibi bedenimiz ve ruhumuzu neyin beslerken neyin zehirlediğini ayırt etme yeteneğini yitirmiş bir vaziyette yaşıyoruz.
Çöplerimiz ile yere serdiğimiz bu Albatros yavrusunu doğanın bize oyalandığımız muhayyel rutinleri hatırlatmak için kullandığı alçakgönüllü bir neferi olarak görmek de mümkün belki.
Ansel Adams “fotoğraf ifadenin ve iletişimin güçlü bir ortamı olarak sonsuz çeşitlilikte algı, yorum ve uygulama şekli sunar” diyor. Şüphesiz bu fotoğrafa sığdırılabilecek sitemlerin de neredeyse bir sonu yok.
***

© Philippe Halsman
İzlediğiniz fotoğraf Philippe Halsman’ın meşhur Dali Atomicus eseri. Fotoğrafta yer alan kişi de sürrealist ressam Salvador Dali’den başkası değil. Bu fotoğrafa dair birkaç şey söylemeden evvel, mühendislik eğitimi almış Halsman’ın yaşamından bir kesit aktarayım.
Yahudi bir aileden gelen Halsman’ın gençliği biraz ‘çalkantılı’ geçmiş. Örneğin, 22 yaşına girdiği 1928 yılında Avusturya Alp’lerinde çıktıkları bir yürüyüşte babası beyin travması geçirerek hayata gözlerini yumunca, Halsman Avusturya’da ‘cinayetten’ hüküm giymiş. Avrupa’da o yıllarda tırmanmakta olan Yahudi karşıtlığının sonuçlarından birisi olan bu olay, babasını kaybetmenin üzüntüsünü yaşayan Halsman’ın 4 yılını hapishanede geçirmesiyle sonuçlanmış. O zamanlar genç bir bilim insanı olan Albert Einstein’ın yazdığı destek mektubunun Halsman’ın hapishaneden çıkışında önemli rol oynadığı düşünülüyor.
Halsman’ın bu fotoğraftan daha meşhur olan Einstein portresi yerine bu fotoğrafına yer vermemin iki nedeni var. İlki “fotoğrafta sürrealizmin dijital tekniklerle birlikte hayat bulmadığını” hatırlamak. İkinci neden de Halsman’ın insanları zıplarken fotoğraflamakla ilgili sözlerine değinebilmek: “Birisinden zıplamasını istediğinizde, tüm ilgisi zıplama eyleminin kendisine yoğunlaştığı için düşen maskelerin ardından gerçek kendisi ortaya çıkıyor”.
Salvador Dali’nin fotoğrafa yansıyan çocuksu ifadesi de, Halsman’ın hipotezini doğrular nitelikte.
***

© Anonim
İzlediğiniz fotoğraf 1900’lü yılların başında, Belçika Kralı II. Leopold’un Afrika’daki sömürgelerinden biri olan Kongo’da, bir din adamı tarafından gizlice çekilmiş.
Fotoğraftaki adam, kendisi gibi köle olan ve yeterince kauçuk toplayamadığı için cezalandırılan 5 yaşındaki kızının kesilen sol eli ve sağ ayağına bakıyor. Bu korkunç fotoğraf 1885 ve 1908 yılları arasında Kral Leopold’un Afrika’daki hakimiyeti süresince işlenen 5 milyon cinayet ve sayısız işkenceden sadece birisinin tanığı ve Kral Leopold’un, Afrika’da sahip olduğu topraklardan elini çekmesi ile sonuçlanan medya tepkisini başlatan belgelerden birisi.
İnternet’te bu fotoğrafın altındaki tartışmalardan birisinde Belçikalı olduğunu söyleyen biri şu yorumu yazmıştı: “Belçikalıyım, dahası bir tarihçiyim. Belçika’nın geçmişindeki bu utancın 4 yıl boyunca aldığım dersler içinde bir kez olsun tartışılmamış olmasını son derece dehşet verici buluyorum”.
Dünya üzerinde benzer haksızlıkların hiç yaşanmamış olduğu bir karış toprak dahi yok. Bu zehrin yegane antikoruysa insanın çirkinliğe yatkın doğasını kabullenip uğursuz tarihini öğrenmesi. Nitekim ‘öğrenmek’, vakti geldiğinde benzeri haksızlıkları tanıyıp dur diyebilmenin biricik yolu.
İronik olansa, bu iş için en uygun yer olması gereken eğitim sisteminin, otoritenin nezaretinde beklenenin neredeyse tam tersi bir işlev üstlenmiş olduğu gerçeği.
***

© Elliott Erwitt
Elliott Erwitt izlediğiniz fotoğrafı 1950 yılında Kuzey Karolayna’da çekmiş. Soldaki çeşmenin üzerinde “Beyaz”, sağdakinin üzerinde ise “Renkli” yazıyor. Beyazlara mahsus olan çeşmenin sağdakinden farkını gözden kaçırmak imkansız.
Adını fotoğraf tarihine çektiği ironik ve absürd fotoğraflarla yazdırmış olan Elliott Erwitt’in bu fotoğrafı, ABD’deki ırkçılığı en çarpıcı şekilde ifade eden, en kalp kırıcı eserlerinden biri.
Fotoğrafın çekildiği tarihten bu yana sadece 70 yıl geçtiğini hatırlatmak istiyorum. Bugün bilim ve teknolojinin merkezlerinden biri olan ABD’de sadece bir ortalama insan ömrü evvel bu utanç verici tablonun yaşanabildiğini görmek, insanlığın kendi kendisini keşfetme konusunda ne kadar toy olduğuna dair bir işaret olmalı.
Irkçı duyguların insan evriminin tatsız bir sürprizi olduğunu düşünüyorum. Dilerim birkaç bin yıl sonranın insanları bu duygulara öyle yabancı olsun ki, Elliott Erwitt gibi isimlerin geride bıraktığı eserlerle ölümsüzleşen, ve bugün de farklı şekillerde sürdüğüne şahit olduğumuz ayrımcılık ruhuna bakıp şaşırsınlar; insanın bilişsel evriminin bu karanlık günlerinde dünyaya gelmedikleri için kendilerini şanslı hissetsinler. Çünkü bu da bir ihtimal.
***

© Andrea Bruce
Bu fotoğraf Washington Post muhabiri Andrea Bruce’un Türkiye’de yaptığı bir foto-röportajdan. Aktörler İran’dan Türkiye’ye sığınmış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından sığınmacı olarak kabul edilerek Isparta’ya yerleştirilmiş olan eşcinseller ve muhalif aktivistler.
Fotoğrafta görmezden gelmenin imkansız olduğu sahne, Ispartalı ailenin eşcinsellere yönelik, dostça olduğu iddia edilemeyecek nitelikteki ilgisi.
Bir azınlık ne kadar küçük ise insan hakları ihlallerinden ve ötekileştirmeden o kadar çok etkileniyor. Bir azınlık ne kadar küçük ise, çoğunluk olmaya alıştırılmış halkın empatisi ve anlayışından o kadar mahrum kalıyor. Açıkçası, bir ülkenin sınırları içerisindeki en küçük azınlığa karşı hem devlet politikası hem de sosyal eğilim bağlamında takınılan tutum ile, o ülkenin ‘aydınlığı’ arasında bir doğru orantı olduğunu iddia etmekte sakınca görmüyorum.
Şüphesiz bu istikamette yürüyecek çok yolumuz var.
İran’dan Türkiye’ye sığınan ve Isparta’ya yerleştirilen mültecilerin yaşam hikayelerini öğrenmek herkese bir şeyler kazandırabilir. Fakat bu sosyal trajediyi bulup anlatmanın bir Washington Post muhabirine kalmış olması, Türkiye’de fotojurnalizmin vazifesini sorgulaması için iyi bir fırsat olmalı.
***

© James Nachtwey
İzlediğiniz fotoğraf son yılların en önemli fotojurnalistlerinden biri olarak kabul edilen James Nachtwey’den. Nachtwey’in fotoğrafladığı kişi, 1994 yılında Ruanda’da gerçekleşen ve sadece bir ay içerisinde Hutu’ların 1 milyondan fazla Tutsi’yi öldürüldükleri soykırımdan sağ kalan bir Tutsi.
Yüzyıllar boyunca aynı topraklarda yaşamış iki topluluk olan Hutu ve Tutsi’lerin birisinin katil, diğerinin ise maktul olduğu Ruanda soykırımı sanki insanlığın öğrenmemek için büyük çaba sarf ettiği bir olay. Zira insan denen canlının, yıllardır aynı mahallede birlikte yaşadığı kişileri bir gün pala ve bıçaklarla parça parça edebileceğini kabullenmek kimsenin işine gelmiyor. Halbuki Ruanda soykırımı, temelinde şovenist söylemler yatan propaganda karşısında insanın zaafiyetini ortaya koyan, unutulmaması gereken bir hadise.
Fotoğrafa bakarken kendinize sorun; fotoğraftaki adamın kafasına pala ile vuran komşusu, propagandanın onu böylesi bir nefret ile doldurmasına nasıl göz yumdu? İnsanlığın kanlı tarihinin çeşitli örnekleriyle dolu olmasına rağmen, katliamların dünya coğrafyasında bugün dahi serbestçe dolaşabiliyor olmasının nedeni ne olabilir?
Ya siz?
Günün birinde bir Hutu olmamak için ne yapıyorsunuz?
***

© Randy Rasmussen
Randy Rasmussen’in yerel bir gazete için Ekim 2011’de Oregon’da çektiği bu fotoğraf, “Wall Street İşgali” eylemi ile başlayan, ABD’de gelir adaletsizliği başta olmak üzere işsizlik, siyasi çürüme gibi sıkıntılara odaklanan halk tepkisini dile getiren hareketinin Portland ayağından.
Benim için fotoğraftaki kadının yüzüne sıkılan biber gazı, yıllardır ifade özgürlüğünün beşiğinde yaşadığına inanmış ABD halkının, ağzını ilk açtığında maruz kaldığı şiddetin sembolü. Bu fotoğraftaki hikaye, ABD halkının uzun zamandan beri ilk kez deneyimlediği bir hayal kırıklığı olarak epey ‘yeni’ olsa da, otoritenin kişilikten ve renkten yoksun üniformalarla vücut bulmuş polislerinin, tek silahı ‘düşünceleri’ olan topluluğa kıyasla her tür şiddetten korunacak şekilde giyinmiş olması, buna rağmen şiddetin tek kaynağı olması, artık kanıksadığımız bir zıtlık.
Bu fotoğrafa bakarken, ABD’de gelir adaletsizliğini eleştirdiği için ağzına biber gazı sıkılan, Mısır’ın Tahrir Meydanı’nda yaka paça yerlerde sürüklenerek dövülen, İstanbul’da vücuduna aldığı darbelerle bebeğini düşürenin kadının hep aynı kadın olduğunu, halkın kendi menfaatleri için her mücadelesinde karşısında bulduğu otoritenin de hep aynı otorite olduğunu hatırlamak gerekli.
***

© Sezay Özbal
1991 Körfez Savaşı’nın ardından Kuzey Irak’taki Kürt’lerin büyük bir kısmı Saddam’ın zulmünden kaçmak üzere göç yollarına düştü. Bu fotoğraf, Kürt Göçü’nü fotoğraflamak için bölgede gazetecilik yapan Sezay Özbal’a ait.
Daha genç yaşlarımda -şu an utandığım bir konformizm ile- zor yaşam koşulları içerisindeki insanların neden çok çocuk sahibi olduğunu sorgulardım. Zaman içerisinde görüşlerim değişti.
Misal, bu insanlar zorunlu göçlerinden önce de huzur içerisinde yaşamıyorlardı. Diktatörlükle yönetilen bir ülkede, yatırım yapılmayan bir yörenin, iş ve eğitim olanaklarından uzak hayatlar süren insanlarıydı her biri. Hasbelkader dünyanın savaş ve açlığın kol gezmediği bir köşesinde, temel yaşam özgürlükleri elinden alınmış bir azınlık yerine statükonun sırtını yasladığı bir çoğunluğun parçası olarak dünyaya gelmiş talihli bireyler için “yaşıyor olma deneyiminin” mükafatı, birçok kaynaktan temin edilebilen, neredeyse rutin bir keyif. Fakat bu fotoğrafta izlediğiniz insanların yaşamlarına anlam katmak için yapabildikleri tek şeyi yapıyor olmalarına burun kıvırmak, şüphesiz son derece haksız bir tavır.
Sezay Özbal’ın fotoğrafı benim için fakirliğin ve çaresizliğin hakim olduğu coğrafyalarda nüfus artışının daha hızlı olmasının nedenlerine dair önemli ipuçları barındırıyor.
***

© Bob Strong
Bob Strong’un 2010 yılında Afganistan’da çektiği fotoğraf, insan olma deneyimini katlanılmaz hale getiren bir olayı resmediyor.
Birden bire doğrulup güneşte yanmış yüzüne kıyasla bembeyaz kalmış bedenini apar topar örtecek gibi görünen kişi, hayata gözlerini yalnızca dakikalar önce yummuş, kendi halinde bir Afgan köylüsü.
Amerikan askerleri olayla ilgili “üç kişi bu taraftan kalaşnikoflarla ateş açtı, biz de karşılık verdik” diyorlar. Doğrudur; savaş zor.
Fakat yerde boylu boyunca yatan Afgan köylüsünün ölüyor olduğundan emin olduğu anda hissettiği hayal kırıklığı ve isyanı hayal etmeye kimin yüreği var? Birisi belki yalnızca saniyeler sürmüş o hayal kırıklığının kitabını kaleme alsa, bu köylüyü vuran askerin saçları o kitabın daha ön sözünü okurken beyazlar.
Bununla beraber onu vuran askere lanet edip geçmek, ismi dahi anılmayan bu Afgan köylüsünün ölümünün ardındaki daha büyük bir gerçeği görmezden gelmek demek: o silahın tetiğinde, bıkmadan ve usanmadan, silahların kayıtsız şartsız ve her yerde susmasını istemeyen herkesin parmağı var. Hatta en çok da, payı olmadığını düşünenlerin payı var.
***

© Yevgeny Khaldei
İzlediğiniz fotoğraf 2 Mayıs 1945’te Rus fotojurnalist Yevgeny Khaldei tarafından çekilmiş. İki Rus askerini Nazi parlamento binasının tepesine bayraklarını dikerken izlediğimiz bu fotoğraf, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı kazanılan zaferin sembolü haline gelmiş fotoğraflardan birisi.
73 milyon insanın yaşamını yitirdiği bu büyük savaşın bitişi ile başlayan Soğuk Savaş dönemini, dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleşen ve hala devam etmekte olan irili ufaklı savaş ve katliamları düşününce, bu fotoğrafta sembolü olduğu iddia edilen zaferi görmekte epey zorlanıyorum.
Savaş sonrası bir harabeden farksız olan Berlin fotoğrafta dalgalanan bayrağın altında siyah beyaz bir karamsarlığa gömülmüş, sessiz sedasız tütüyor. İçlerinde ikamet eden insanların, üzerlerinde dalgalanan bayraklar uğruna kalkıştıkları işler üzerinde hiçbir hükmü olmayan şehirlerin savaşlar esnasında yakılıp yıkılması savaşa dair ironik detaylardan bir diğeri.
Bu arada Berlin’in altında tüttüğü bayrak da yok artık. Önemli bir hatırlatma bu; çünkü hiçbiri 10.000 yıl önce olmayan, muhtemelen herhangi biri 10.000 yıl sonraya kalmayacak olan, bugün ise hakimiyetine tamamen raslantı eseri doğulan bayraklar uğruna hareket ederken dikkatli olmalı insan.